30 Nisan 2011 Cumartesi

Güneydoğu Bölüm 2: Mardin, Midyat, Hasankeyf ve Diyarbakır

Mardin
Urfa'dan Mardin'e geçiş beraberinde kültürel ve doğal değişimi de getirdi. Mardin düzlüğüne çıkınca insan ister istemez İşte Mezopotamya'nın verimli toprakları! diye düşünmeden edemiyor. Gerçekten bir gerdanlık gibi tepenin üzerine süs diye oturtulmuş bu ağırbaşlı, mimari harikası kent insana nasıl da farklı bir karakteri olduğunu hemen hissettiriyor. Sokaklarında dolaşmaya başlayınca insan başını hangi yapıya, hangi yapının hangi oya gibi süslemesine çevireceğini şaşırıyor. Süryani taş işlemeciliği ve Ermeni mimarisinin nadide örnekleri yanyana dizilmiş, güzellik yarışmasında boy gösterir gibiler..

Bir yanda ovanın uçsuz bucaksız, sonu gelmeyen düzlüğü, diğer yanda bir anda yükseliveren tepeler, Torosların güneyi ile kuzeyini ayıran bu eşik, iki farklı cihanı da birbirinden ayrı tutuyor gibi. Mardin her ikisine de ait, ama gözü Mezopotamya'ya dönük, sürekli düzlükten çıkıp geliverecek kervanları bekler, gözetler gibi..

Mardin'in Süryani ustalarının oya gibi işlediği mimarisine genel bakış..

Mimari kapı süslemelerinden bir detay..
Mardin içindeki ve çevresindeki çok sayıda kilise ve manastırı gezecek kadar vaktimiz maalesef olmadı, -sadece Deyr ül-Zafaran manastırına gidebildik- ama ilk akşam Mardin mutfağının çok özel tadlarını deneyebileceğimiz, Vedat Milör'ün programında yıldızlı pekiyi alan Cercis Murat Konağı'nda lokantaya gidecek vaktimiz oldu.

Burada Mardin'e özgü meze çeşitlerini görebilirsiniz. Mardin'e giden bu lokantaya mutlaka gitmeli!

Mardin'den sonra Midyat'a geçtik. Gün içinde ilk önce Dara Harabeleri'ni gezdik. Burası Derya arkadaşımın önerdiği gibi gerçekten çok etkileyiciydi. Taş ocaklarının içine açılmış yüzlerce kaya mezarı ve Helenistik-Pers Dönemlerinden kalma binaları, sarnıçları ve köprüleri ile Dara gerçekten görülmeye değer antik kentlerden biri.


Dara'daki devasa su depoları..


 Dediğim gibi, Mardin'den Dara'ya uğrayıp Midyat'a geçtik. Midyat'a vardığımızda akşam vaktiydi, sokaklarında üstün körü gezebildik, karnımız acıkınca da eski bir konaktan bozma restoranın avlusuna daldık. Burada halay çekmekte olan garsonlar müziği kapatıp bizi bir masaya oturttular. Pilav üstü kuzu eti yiyip otelimize döndük. Ertesi gün ünlü Mor Gabriel Manastırı'nı ziyaret ettik, sonra da benim sabırsızlıkla beklediğim Dicle'ye ve Hasankeyf'e doğru yönümüzü çevirdik.

Hasankeyf'te Kaleden Dicle'ye ve köprülere bakış
Kadim Süryani Mor Gabriel Manastırı

 Hasankeyf'den sonra Batman üzerinden Diyarbakır'a geldik. Yol üzerindeki höyükleri hava kararmakta olduğu için malesef ziyaret edemedik. Sadece Ziyaret Höyüğü'nü gördük, Kavuşan Höyük'e de uzaktan bakabildik. Körtik Tepe ve Hakemi Use'yi başka bir zaman ziyaret etmeyi umut ederek Diyarbakır'a yöneldik. Akşam vakti anca varıp eşyalarımızı bırakıp Umut Ciğercisi'ne gittik. Gerçekten buradaki ciğer Canan K. arkadaşımın dediği kadar varmış, çok lezzetli, tam bir insider tipp!

Diyarbakır'da ertesi gün suriçini ve surları gezdik. Çok etkileyici gerçekten buradaki surlar. Surların üzerindeki kabartmalara, Süryani yazıtlara baktık. Suriçindeki sokaklarda gezdik, hanlara, camilere ve kiliseleri girdik. Çarşılarında gezdik. Neredeyse 12 saat boyunca suriçinde dolanıp durduk. Mimar Sinan'ın Behram Paşa Camiisi'nin içine maalesef giremedik, Ulu Cami'deki restorasyon yüzünden buranın küçük bir bölümünü gördük, müzedeki restorasyondan dolayı da müzeyi de gezemedik. Camii peşinde koşarken bir ara Dengbej Evi'ne girdik, burada avluda oturup sanatçıları dinledik. Suriçinden herşey şu anda restorasyondan geçiyor sanırım, Diyarbakır'a bir daha gelmek gerekecek!
Dengbej Evi'nde saatlerce oturup Dengbejlerin atışmalarını dinledik, çayımızı yudumladık, sohbet ettik..Oradan hiç ayrılmak istemedik..

Diyarbakır'daki çok kısa kalışımız bize yetmedi, buraya tekrar geleceğiz, daha uzun kalacağız diye sözleştik. Diyarbakır'dan ayrılırken Ergani'ye gidip Çayönü'nü de ziyaret etmeyi ihmal etmedik. Yağmurlardan dolayı yükselmiş olan dereyi paçalarımızı iyice sıvayarak güçlükle geçtik..

Çayönü'nden sonra Siverek'e, oradan feribotla Atatürk Barajı'nı geçip Kahta'ya doğru yol aldık. Bugün itibariyle Güneydoğu'da 1600 km'den fazla yol almış olduk, yarın Nemrut Dağı'na çıkacağız..

Güneydoğu Bölüm 1: Antep, Birecik ve Urfa

Türkiye'deki yolculuğum sırasında bir türlü vakit bulup bloga yazı yazamadım. Gaziantep'den başlayıp yine burada bitecek olan bu iki hafta o kadar yoğun geçiyor ki akşamları yorgunluktan bilgisayarı elime alıp kayıt yazmak içimden gelmiyor. Kusura bakmayın artık! Şimdiye kadar nerelere mi gittik? Konakladığımız yerlerin bir listesini yapiyim:
Antep, Birecik, Urfa, Mardin, Midyat, Diyarbakır ve Kahta.

Midyat hariç hepsinde öğretmenevlerinde konakladık, Diyarbakır'da ise DSİ misafirhanesinde.

-Gaziantep
Harika kebab ve baklava derken zehirlendim, 1 gün öğretmenevi ve hastanede geçti. İmam Çağdaş'ta mükemmel lahmacun ve baklava yedik. Müzesini ve yeni açılacak Zeugma Müzesi'ni binbir rica minnetle gezdik. Antep'e gidecekler için gerçek bir highlight bu müze. Zeugma'yı da ziyaret ettik tabii. Baraj sularının altında kalmış ve kalmamış bölümlerini gördük..

Çok yakında açılacak olan Zeugma Müzesi. Çok gösterişli, mozayiklerin sergilenmesi başarılı.
- Birecik
Burada Fırat kıyısında bir çay bahçesinde oturup keyfi yaptık, ertesi günü kelaynakları ziyaret edip yakın çevredeki höyükleri ziyaret ettik. Mezraa Köyü'ndeki Mezraa Teleilat tamamen otlarla kaplıydı, açmalara yine de göz attık. Bekçi Müslüm'ün eşi ve kızı ile muhabbet edip çay içtik. Kazı ekibini ne kadar çok özlediklerini bize anlattılar. Sonra onların yeni doğmuş buzağısına baktıktan sonra Akarçay Höyük ve Tepe'yi ziyaret ettik. Hazır sınıra bu kadar yaklaşmışken sınır köylerini ve başka höyükleri de görüp Fırat kıyısında biraz daha vakit geçirelim dedik ve Eşme ve tam sınırdaki Ziyaret Köyü'ne kadar gittik. Eşme Köyü'ndeki Neolitik Dönem'i çağrıştıran köy evlerinin içini gezdik ve köy sakinleri ile tanıştık.

Ziyaret Köyü'nde oturup taş atımı mesafedeki Suriye tarafındaki köye ve aradaki mayınlı araziye ibretle baktık. Burada bize ikram edilen çayı içtik ama yemek teklifini Halfeti'ye daha yolumuz var diye geri çevirdik.
Ziyaret Köyü'ne giriş pek de iç açıcı değil doğrusu. Tam sınırın üzerindeyiz..

Dediğim gibi, sonra bastık bu sefer kuzeye Halfeti ve Rum Kale'ye gittik. Baraj suları yüzünden su altında kalmış olan bu şirin mi şirin beldede bir botla Rum Kale'ye ve Savaşan Köyü'ne gittik. Rum Kale'nin dudak uçuklatan manzarası ve her iki yanını saran mavi derin Fırat sularını içimize çektikten sonra Halfeti'ye dönüp burada yağmura tutulduktan sonra akşam yemeğimizi içkili bir restoranda vadiye bakarak yedik..


Rumkale'den Fırat'ın durgun sularına saygıyla bakış..

Urfa ve çevresi: Urfa'da malum turistik turu yaptık. Urfa Müzesi, Kale, Balıklıgöl, Çifte Mağara, camiler ve dar sokaklar. Ertesi gün Harran, Şuayip Şehri ve Soğmatar'ı ziyaret edip çok bozuk köy yollarında yol alarak, çok tatlı, insanın içini burkan akıllı mı akıllı, komik mi komik köy çocuklarıyla tanıştık.

Urfa'da son ziyaret ettiğimiz yer ise Göbeklitepe oldu. Burayla ilgili ayrı bir kayıt yapmak istediğimden şimdilik fazla değinmiyorum. Buradan Mardin'e devam edip oradaki öğrtmenevinde konakladık..Devamı Bölüm 2'de..


Urfa Kalesi'nden kentin manzarası..
Şuayip Şehri'nde tanıştığım, hiç yanımdan ayrılmayan, yağmur yağdığında şemsiyemin altına sığınan kız çocuğu..Haftaya ailesiyle birlikte Afyon'a mevsimlik işçi olarak çalışmaya gidecek. Bir adresi bile olmayan bir köy ile sürekli aşağılanarak, düşük yevmiyeyle çalıştırıldıkları tarlanın kenarındaki çadır arasında geçen bir yaşam onunkisi..


Ünlü Harran evleri.. 











19 Nisan 2011 Salı

Ürdün'ün İnsanları: Welcome To Jordan!

Ben Ürdün insanını çok sevdim. Erkeği de kadını da çocuğu da güleryüzlü, yardımsever ve çok meraklı! Tamam, sokakta turist kadın olarak yürümek bazen sinir bozucu olabiliyor. Herkes sürekli Hello!, How are you? deyip gözünü dikip bakıyor yani sözlü taciz gırla ama kesinlikle sınırları zorlayıcı, müdahale gerektiren çirkin bir hareketle karşılaşmadık.

Ürdün'deki en komik durum bence 7'den 70'e bir turist görünce insanların 'Welcome To Jordan!' demeleri. Bir gün içinde 250 kere 'Welcome to Jordan!' cümlenizi duymanız çok doğal. Sanırım okullarda ilk öğretilen cümle bu. Welcome to Jordan derken ama insanların içtenlikle ve güleryüzle bunu söylemeleri beni biraz duygulandırdı. Turizm geliri ile geçinen, endüstrinin ve petrolün olmadığı bu küçük ülkede, yabancı memleketlerden gelen insanların bu şekilde hoş karşılanması belki de şaşırtıcı değil, ama insanların yüzlerinde bir ikiyüzlülük yada turiste hoş görünme kaygısı değil de gerçekten 'bizim bu güzel ama yalnız ülkemize hoşgeldiniz' havasını sezdim.

Ürdün ile ilgili söylememiz gereken başka bir nokta da, buradaki nüfus ile ilgili. Ürdün'ün %60'ı Filistinli, yani yıllar içine Filistin'den göç etmiş insanlar, %20'si Bedouinler, yani göçebe kabileler, geri kalanı ise Ürdünlü Araplar. Özellikle ABD'nin Irak'ı işgalinden sonra milyona yakın yada daha fazla Iraklı da Ürdün'e sığınmış. Ürdün bölgedeki ezilen ve şiddetten kaçan halklara hep bir sığınak olmuş ve bu insanlar burada hor görülmemiş, tam tersine gerçek bir sevgiyle ve hoşgörüyle karşılanmışlar. Ürdün'ün bu yüzü beni çok etkiledi, bu konuda Türkiye'den daha iyi bir sicilleri var.

Tabii ki ülkede adını kesinlikle duymayacağınız bir ülke var, 'adı lazım değil' bir ülke. Ürdün'ün Batı komşusu. Tıpkı Harry Potter'daki Lord Voldemort gibi bu ülkenin ismini ağızlarına bile almıyor insanlar. Trafik levhalarında Irak Sınırı, Suudi sınırı, Suriye sınırı yazıyor ama hiç bir zaman 'İsrail sınırı' yazmıyor. Aqaba Körfezi'nde yaptığımız küçük bot turunda bize İsrail topraklarını gösterip 'İşte burası Filistin!' demeleri de aynı tepkinin ve inkarın göstergesi..

Last but not least, bir ülkede herkes mi Barcelona taraftarı olur? Nereye gidersek gidelim adamlar, çocuklar ve kadınlar Barcelona'ya tapıyorlar. Akaba'da bot gezisi yaparken çocuklar bize sordu, Football? Ben de dedim ki Barcelona! Botun içinde ne kadar insan varsa, anneler, anneanneler ve çocukları hep birden bir alkış koptu ki anlatamam. Sonra ben 'Messi!' dedim, yanımdaki çarşaflı kadın 'Messiiiii!!' diye bir çığlık atıp, evet ben de bende Messi'yi çok seviyorum dedi, sonra oğlu bana telefonundaki Messi resmini gösterdi. O anda bu küçük sevimli ülkenin insanları ile Barcelona kelimesi ve onun çağrıştırdıkları sayesinde dost olduk ve birbirimizle bir bağ kurduk. Bu bana çok çok absürd geldi, akaba Körfezi'nin ortasında Barcelona ne alaka? Ama dünya kültüründe artık nereye gidersek gidelim bizi böyle alakasız şeylerin birleştirebildiğini, bir güven duygusu yaratilbildiğini görmek ilginç bir deneyimdi.


Salt'da tütün satın almayacağımı bile bile bana uzun uzun tütün nasıl sarılır diye anlatan beyler..

Kim demiş Ürdün'de içki bulmak zor diye? İşte çöp olarak yol kenarına atılmış likör, votka şişeleri!



Haftanın tek tatil gününde üşenmeyip bizi Ba'ja'ya götüren, sonra da evinde yemeğe davet eden Talal ve merdivenleri almamıza yardım eden Mahmut..

Ürdün bir açık hava aile lokantası. Burada herkes aile, herkes çocuklu, herkes ailece bir aktivite yapıyor. Küçük Petra'da anneanne ve torunu.. 

Ürdün'ün denize kıyısı olan tek kenti Akaba. Burada bir yanınız Ürdün, bir yanınız Mısır ve İsrail (yada Filistin). Yaptığımız küçük bot turunda tanıştığımız çocuklar. Welcome to Jordan!
Akaba'da bize mercanları, küçük balıkları, Filistin'i gösteren motor sahibi adam. Denizin ortasında bir ara benzinimiz bitti, kıyıya zor gittik..

Akaba Körfezi'nden Filistin'e özlemle, saygıyla, iç burukluğuyla bakış..

Ürdün'ün Yemekleri

Ürdün'de yemekler lezzetli, genelde et ağırlıklı, bizim ağız tadımıza uygun ama Yunanistan'daki Ege mutfağından sonra beni pek açmadı diyebilirim.

Burada en çok yenen yemek falafel, yanında Ful yada Humus, domates salatası ve yanında şerbet gibi bir çay. Burada çaylara daha sofraya gelmeden önce şeker atılıyor ve çok çay içmek istememe rağmen bu ülkede tek bir bardak içemedim. Bu kadar tatlı da içilmez ki yaw!

Falafel çeşitlemesinin dışında kebablar bol bol var. Bizim Adana, Urfa tarzı kebablar, yada tavuk şiş gibi ızgaralar da çok yaygın.

Tatlılarda baklavalar ve bizim bilimum şerbetli tatlılarımız var. Ama tattıklarım içinde hiç birinde Türkiye'deki baklavaların tadını bulamadım, bizim ağız tadımıza göre biraz fazla kuru buradaki baklavalar.


İşte tipik bir Ürdün yemeği. Falafel köfteleri (ezilmiş nohut, baharatla yoğurulan ve kızartılan etsiz köfte), humus, ful ve salata..

Amman'da sokak arasında yemek yediğimiz lokanta (Hashemi Lokantası). Yine Falafel, humus, salata ve pide ekmeği. Dikkat ederseniz çatal  yada tabak falan yok, ortadan elle yeniyor burada yemekler..Gayet de lezzetliydi bu.

Pella'daki mükemmel meze tabağı. Bu yemekler bir turist grubu için yapılmıştı, tesadüfen biz de aynı anda restorana gelince bu güzel yemekleri yedik..

Galile Gölü'nde avlanan Aziz Petrus Balığı bu. Ürdün pek deniz ürünü yenen bir ülke değil ama bu balık gerçekten yerel ve oldukça da lezzetliydi! Dişleri biraz korkutucuydu o kadar!

Ezrak'ta yediğimiz kebab. Bu restoran dışarıdan pek iç açıcı gözükmüyordu ama yemekleri güzel çıktı. Tıka basa yedik, doyduk..

İrbid'deki baklava tepsileri. Bunlar bizim baklavalara göre daha kuru. Ben pek sevmedim..

Wadi Musa'da yediğimiz kuzu haşlama ve pilav. Basit ama lezzetli bir yemek oldu bu da..

Wadi Musa'da Bedouin yemekleri yiyelim dedik. Meğersem domatesli kıyma yada domatesli tavuk oluyormuş bu yemekler..Gerçek Bedouin yemeği bu mudur? bilmiyoruz. Burada garson bize Bedouin çayı diye sallama Lipton çay verince birbirimize bakıp gülmeden edemedik..

12 Nisan 2011 Salı

Ürdün'de 2000 Km

Evet, Ürdün yolculuğumuzun sonu yaklaşırken, dün 12 günde, 2000. km'yi yapmanın gururunu yaşadık. Günlüğü 18 JD olan Kia Picanto bizi sağolsun her yere götürdü. Çöle bile! Ürdün'de trafik? Hiç de fena değil, sadece Amman içinde biraz zor, kimse şeridinde gitmiyor ve kimse ama kimse sinyal vermiyor. Onun dışında gayet güvenli Ürdün'de araba kullanmak. Yollar gayet düzgün ve insanlar sakin sakin kullanıyor arabalarını..

Wadi Rum'da çekilmiş bu artistik resimle bu kaydı noktalıyorum.

Wadi Rum'da 4WD olmadan gezmek imkansız, burada çölün kenarına park ettik ve çölden biraz kum topladık ve pembe kumlara hayranlıkla baktık..

Ürdün Ayn Ghazal'ı Koruyamıyor!

Ürdün'ün belki de en çok tanınan ve en önemli tarihöncesi yerleşmesi Ayn Gazal. Burası Amman kentinin içinde kaldığı ve hemen yakınına 1980'lerin başında bir otoban inşa edildiği için çok bahtsız bir arkeolojik alan. Aslında 14 hektara kadar yayılan bu mega-site malesef kentin genişlemesi ve yol yapımı yüzünden paramparça edilmiş durumda. Yerleşmenin özellikle PPNB için önemli bölümlerine şu anda erişilemiyor.

Amman'da bulunduğunu öğrendiğimiz Gary Rollefson ile Ayn Gazal'ı ziyarete gittik. Bu çok önemli yerleşmenin halen yol yapımı ve teraslama faaliyetleri yüzünden tahribe uğradığını görünce çok şaşırdık. Gary, bir ay önce ziyarete geldiğinde bile profillerin görüldüğünü, şimdi ise boldozerle bazı profillerin yok edildiğini görünce çok üzüldü ve burada hemen fotoğraflar çekip acilen kurtarma kazısı yapmak için başvurmaya karar verdi. Bu profillerde özellikle kırmızı boyalı tabanlar rahatlıkla görülüyor ve bunların bazısının altında bulunan mezarların kazılması gerekiyor şimdi, yoksa bunlar da yakında buldozerle yok edilecek.

Ayn Gazal bu kadar önemli ama malesef yerleşmeyi gösteren bir kahverengi tabela bile yok, yerleşmede bilgi veren hiç bir pano yok. Buranın yanından hiç fark etmeden geçip gidebilirsiniz. Çok acı gerçekten!

Ayn Gazal'da profilden düşmüş bir kireç taban parçası. Ulucak'takinin tam olarak aynısı. Hem teknik, hem kalınlık, hem sertlik hem de boyanın rengi aynı. İlk Ulucaklılar Ürdün'den mi gelmiş? 

Gary tahrip olmuş profilleri ve buldozerin yaptığı işi gösteriyor..

Yerde bulduğumuz okuçlarını ve dilgileri gösterirken..

Ayn Gazal'ın genel görünümü. Önce görülen duvarlar ama Yarmuk Kültürü'ne ait, yani Kalkolitik dönem'den. Yolun karşısında yerleşem devam ediyor ve PPNB tapınakları orada kalıyor. Oraya geçiş yok..

Kalkoltik ve PPNB dolgularına ve binalarına bakarken..


Ürdün'ün Güneyinde PPNB: Shkarat Mazayad, Basta ve Beidha

Ba'ja'ya yaptığımız maceralı yolcuktan sonra çevredeki diğer PPNB yerleşmelerini de ziyaret edelim dedik. Talal bizi önce Shkarat Mazayad'a götürdü, burada Kopenhag Üniversitesi kazılar yürütmüş. Küçük Petra'ya bir kaç kilometre uzaklıkta bu yerleşme Ba'ja gibi dağın tepesinde değil, bir vadinin orta yerinde yer alıyor. Buradaki evler ana kayaya açılmış ve yuvarlak planlı, bazılarında merdivenler göze çarpıyor. Ben buranın PPNA olması gerektiğini düşünüyorken meğersem burası Orta PPNB Dönemi'ne aitmiş. Neden hala yuvarlak yapılar var burada? Rollefson bunun bir çeşit tutuculuk olduğunu söylüyor. Her ne kadar genel resme uymasa da, bu gerçekle yaşamayı öğrenmem gerek! Shkarat Mazayad bir PPNB yerleşmesi! Evler yüzeyin hemen altında ve başka bir tabaka yok burada..

Buradan sonra Beidha'ya geçtik, malesef yağmur başladığı için kısa bir ziyaret oldu bu. Ertesi gün ise Basta'ya gittik ve buradaki çok iyi korunmuş durumdaki PPNB yerleşmesini köyün çocukları eşliğinde gezerek Petra çevresindeki PPNB turumuzu tamamlamış olduk!

Shkarat Mazayad'daki yuvarlak planlı evlerden biri..

Shkarat Mazayad'daki merdivenli, yuvarlak planlı evlerden biri..


Yuvarlak planlı, Orta PPNB dönemi'ne ait evin girişine yerleştirilmiş steleler

Shkarat Mazayad'ın genel görünümü..

Merdivenli evde Talal tabanla ilgili bilgiler verirken. Tabanların hepsi örtülmüş durumda, o yüzden görülmüyor..



Merdivenleri çıkarken..

Beidha'nın girişindeki ev rekonstrüksiyonu. Kendisi yıkılıyor yavaş yavaş..



Beidha'nın genel görünümü..Malesef burada bir koruma programı olmadığı için duvarlar yavaş yavaş eriyip gidiyor..


Basta'daki evler, burası da Geç PPNB. Köy çocukları bir rahat vermedi ama burada..

 
Basta'dan bir ayrıntı..Duvarlar üzerinde payeler ve tabanın altındaki bölmelere açılan pencereler..


Basta'dan detaylar. Burayı da Gebel'in kazdığını belirtelim.. Kazılar çoktan sona ermiş ama..
 


Tanrının UnuttuğuYerde Bir PPNB Yerleşmesi: Ba'ja

Ba'ja, Küçük Petra yakınlarında bir Geç Çanak Çömleksiz Neolitik B yerleşmesi (Geç PPNB). Buranın adını bir kaç kere duymuştum ama esasen ne yerleşmenin konumu ne de buluntular hakkında pek bir fikrim yoktu. Petra'ya gelmeden önce çevrede önemli projelere imza atmış Berlin FU'den Hans Georg K. Gebel'e bir email atıp çevredeki yerleşmeleri sorduğumuzda bize şu cevabı verdi:

'Ba'ja'ya ulaşmak zor ama oraya yapacağınız seyahati hiç bir zaman unutmayacaksınız, hem doğa harika hem de biraz maceralı bir tırmanış olacak!'

Bu cevaptan sonra heyecanlanmadık değil, yine de bizi tam olarak nelerin beklediği konusunda en ufak bir fikrimiz yoktu. Zor tırmanışları Petra çevresinde de yaşamış ve çok yorulmuştuk. Ama kaçış yok, Ba'ja'ya gidilecek. Bunun için önce Little Petra'da yerleşmenin yerini bilen insanları bulmamız gerekiyor. Sağolsun Prof. Gebel bize gerekli isimleri verdi, biz de sonuçta Talal isimli yıllarca kazıda çalışmış, sonra da arkeoloji okumuş ve şimdi Petra'da 'Special Events' sorumlusu bir Bedouin arkeolog ile Ba'ja'ya gitmek için hazırlıklara başladık. Ne hazırlığı mı? Önce kazıevinden 2 adet merdiven almamız gerekti, demek ki merdiven gerektiren bir tırmanış olacaktı!


Kazıevinden aldığımız merdivenlerden birindeki yazı, bu Berlin FU ekibinin genel proje ismi. Bu vesileyle şu siteyi de ziyaret etmenizi öneririm: http://www.exoriente.org/


Petra ve çevresi Pick Up cenneti. Burada pick up sahibi olmayan tek bir aile yok. Biz de kendi arabamızı bir kenara koyup Talal'ın pick up'ı ile yola çıktık. Burada Talal ve Mahmut arabaya merdivenleri yüklüyor..

İşte sonunda dar bir kanyona geliyoruz. İşte bu dar kanyonda bazı yerleri merdivensiz aşmak, dağcı falan değilseniz, imkansız. Merdivenlerden birinin işimize yaradığı noktalardan biri burası.. 

Merdivenlerden birini Katharina ve ben, diğerine Talal taşıdı. bu kanyonda merdiven taşımak oldukça ilginç oldu, sonraki 3 gün boyunca ikimizin de kolları ağrıdı :)


Bu dar mı dar, tırmanması zor mu zor kanyonun sonunda bir anda dünya açılıveriyor. Görece geniş bir düzlük insanın karşısına çıkıyor. Buraya Bediounler işte tam da bu nedenle Ba'ja adını vermişler: Kanyonun sonunda ortaya çıkan vadi anlamında! Bu resimde açmaları rahatlıkla görebilirsiniz!

Ba'ja'da sadece Geç PPNB tabakaları var. Evler birbirine bitişik şekilde hücre planlı inşa edilmiş. Ba'ja'nın önemli bir özelliği buradaki evlerin iki katlı olması. Merdivenler, duvarları ikinci kat için destekleyen payeleri görmek mümkün. İkinci katın inşa edilmesi bu dönem için ilginç bir gelişme tabii ki. Gebel bunu 'Domestication of Vertical Space' olarak tanımlıyor, Gebel'e göre, buradaki yer sıkıntısı insanların ikinci katı çıkmalarına zorlamış. Bu fenomen üzerine yazdığı makaleye şu adresten ulaşabilirsiniz: http://www.exoriente.org/docs/00027.pdf
Ürdün çakmaktaşı cenneti. Her yerde ama abartısız her yerde yerler çakmaktaşı dolu. Ba'ja yakınlarında, vadinin diğer tarafında, çakmaktaşı yatakları varmış. Ba'ja'da yüzeyde gözümüze çarpan bazı aletlerden seçmeler. Yüzeyde bulamadık ama Ba'ja'da üretildiği düşünülen taş bilezikler Beidha'dan öğütme taşı karşılığında değiş-tokuş yapılıyormuş..
Ba'ja'da yüksekliği 4.5 metreye varan taş duvarlar..
Aşağıya iniş de çok kolay olmadı, ama sonuçta bileğimizi falan burkmadan bu geziyi tamamladık. aşağıya indiğimizde yağmur bulutları belirdi gökyüzünde, Talal dedi ki, 'Eğer bu bulutları görseydim sizi buraya getirmezdim, çünkü yağmur yağarsa burada kısılıp kalırdık!'.

Bu arada aşağı inip çıkması zor olduğu için kazı ekibi geceleri Ba'ja'da kamp kuruyormuş. Ne su, ne elektrik, ne de rahat bir yatak! Buraya geldikten sonra arkeoloji yapmaktan vazgeçenler oluyormuş :) Tıpkı Gebel'in dediği gibi, Ba'ja yolculuğunu asla ama asla unutmayacağız.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...